Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’ndaki Dış Politikası
2. Dünya Savaşina katılmamış olsa da Türkiye dış politikasını kendi konumunu ve halkını düşünecek şekilde belirlemiştir.
Mihver ve Müttefik Devletler II. Dünya Savaşı’nda Türkiye’yi, coğrafi konumundan dolayı kendi yanlarında savaşa sokmak istemiştir. Yoğun baskılarla karşılaşan Türkiye, savaş dışı kalmak, toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını korumak bunların yanında kendi milletini önde tutmak amacıyla belirlediği dış politikasından taviz vermemiştir. Türkiye, Mihver ve Müttefik Devletler arasındaki güç çatışmalarını kullanarak bir denge politikası uygulamış ve II. Dünya Savaşı sonunda kadar savaş dışında kalmayı becermiştir.
Türkiye’nin bu dış politikasındaki eğilimi iki dünya savaşı arasındaki süreçte belirlenmektedir. İki dünya savaş arasındaki dönemde Türk dış politikasının temel eğilimi Lozan Antlaşması ile oluşan statükonun devam ettirilmesi yönündedir. Bu yüzden, Lozan Antlaşması’ndan sonra, Türkiye’nin gerek komşu devletler gerekse Balkan ve Orta Doğu devletleri ile kurmaya çalıştığı yakın ilişkiler statükonun kabulünün sürdürülmesini amaçlamıştır. Bu anlamda, Türk dış politikasının temel hedefi, bir yandan Türkiye’ye yönelebilecek olası bir askeri müdahaleye karşı Türkiye’nin etrafında ortak bir güvenlik sistemi oluşturmak, diğer yandan da, uluslararası ilişkilerde mevcut sorunları barışçı yollardan çözmek olmuştur.
1933 yılında başlayan Nazi iktidarı ile birlikte Almanya ile olan ilişkiler de değişmeye başlamıştır özellikle Hitler Almanyası’nın sınır değişikliklerinden bahsetmeye başlaması ve yayılmacı politikayı benimsemesi Türkiye’yi rahatsız etmiştir. Bunlara rağmen Türkiye Almanya ile olan iktisadi antlaşmalarından vazgeçmemiştir. Bu dönemde dış ticaret politikasını siyasi, askeri ve ekonomik amaçlarına uygun düzenleyen Almanya ise Türkiye üzerinde önce iktisadi sonra siyasi nüfuz kurarak Türkiye’yi Batılılardan ayırıp Berlin-Roma Mihverine çekmek istemiştir. Almanya ve İtalya’nın benimsedikleri yayılmacı politikaları, Türkiye’nin 1930’ların ikinci yarısından itibaren Akdeniz’de bir denge unsuru olarak İngiltere’nin yakınlığını aramasına yol açmıştır.
Musul Meselesi’nden sonra kötüleşen Türk-İngiliz ilişkilerinde 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesi bir dönüm noktası olmuşken boğazlar konusunda Türkiye’yi destekleyen İngiltere ile ilişkiler hızla düzelmesiyle Sovyet Rusya ile olan ilişkiler bozulmaya başlamıştır. Türkiye’nin Sovyet Rusya ile olan ilişkilerini dostane devam ettirmeye çalışmasına rağmen, 1939 yılında gelindiğinde Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye yönelik politikasının tamamıyla değiştiği gözükmektedir.
İki dünya savaşı arasındaki bu süreçte dış politikası yeniden şekillenmekte ve iktidarı elinde tutan kadro ise Türkiye'nin yakın tarihini en önemli evrelerini yaşamış bir nesildi. İttihat Terakki, I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluş dönemlerine denk gelmişlerdir. Bu dönemlerde elde ettikleri birikimler ileride verecekleri kararlar üzerinde büyük bir etkisi olacaktır. Türkiye, I. Dünya Savaşı sonrasında elde ettiği deneyim sayesinde Akdeniz ile Karadeniz arasındaki deniz ulaşımına ve Orta Doğu coğrafyasına hakim pozisyonda olduğunu belirlemiştir. Savaşın seyrini değiştirebilecek konumda olan Türkiye’ye II. Dünya Savaşı’nda devletler tarafsızlığını kendi savaş stratejilerinin gereği doğrultusunda kullanması için inanılmaz bir baskı uyguladılar. Türkiye’nın stratejik konumunun hassasiyetinden dolayı Müttefik ve Mihver bloğunun her ikisi de Türkiye’nin dostluğuna mecbur oldukları için Türkiye, bu baskılara karşı koymayı başarmış ve savaşın son anlarına kadar tarafsız kalmıştır.
II. Dünya Savaşı Dönemi iki farklı tarihler arasına yayılmaktadır. 1. 1939-1942 ve 2. 1943-1945. 1942 yılına kadar Türkiye'nin benimsediği denge politikası ve savaşa katılmama kararı diğer devletler arasında çok göze batmamıştır. Çünkü savaşın hem yeni başlaması hem de ilerleyen sürecin belirsiz olması ile Türkiye bu politikasını devam ettirmiştir. 1943 yılından sonra Türkiye üzerine kurulan baskılar artmıştır ve buna karşı daha fazla direnmeleri gerekmiştir.
1939-1942 yılları arasındaki dönemde Türkiye, yayılmacı Alman ve İtalyan politikalarının görüldüğü savaş başlamadan önce Türk-İngiliz ve Türk-Fransız Ortak Deklarasyonu yayınlamıştır. İngiltere ve Fransa ile 19 Ekim 1939’da Ankara’da bir ittifak antlaşması imzalamışsa da II. Dünya Savaşı boyunca Türk dış politikasının temel ilkesini savaşa girmemek, ne pahasına olursa olsun savaş dışında kalmak üzerine kurmuştur.
Savaşın başlamasından sonra Sovyetler ile Almanlar arasında imzalanan saldırmazlık paktı, Türkiye’yi zor durumda bırakmıştır. Bu durumda ya Sovyetler’den ayrılarak İngiltere’ye yaklaşmak ya da zor da olsa İngiliz ve Sovyet dostluklarını bağdaştırmaya çalışmak gerekmekteydi. Türkiye, ikinci yolu seçerek İngiltere ve Fransa ile imzalamak üzere olduğu bağlaşma antlaşmasını Sovyetler Birliği’ne açmış; bu devletin onayını almak istemiştir. Ancak, Sovyetler Birliği, Türkiye'nin karşısına çıkınca, bir antlaşma sağlanmamış olmasında dolayı Türkiye 19 Ekim 1939 tarihinde Türk, İngiliz-Fransız İttifakını imzalamıştır.
İmzalanan bu ittifaka göre; bir Avrupa devletinin saldırısı ile başlayan, İngiltere ve Fransa’nın katılacakları savaş Akdeniz üzerine yayılırsa Türkiye yardım edecekti. Aynı şekilde Türkiye bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa, İngiltere ve Fransa kendisine yardım edecekti. Antlaşmanın bu ana maddesi üzerine Türkiye “Sovyet Çekincesi” adı verilen ek 2. protokolle anlaşma hükümleri ile kabul edilen yükümlülüklerinden doğan taahhütlerin kendisini Sovyet Rusya ile bir savaşa sürüklemeyeceği konusunda güvence oluşturdu. Bu ittifak sonrasında Türkiye hem maddi yardım hem de savaş malzemesi teslim alacaktı.
Yukarıda bahsedilen ittifak antlaşmasına rağmen 1949 yılında Almanya’nın Fransa’ya saldırması ve İtalya’nın Almanya yanında yer alması ile Akdeniz’e sıçramış ve Türkiye’nin yardımda bulunması ve savaşa girmesi gerekmesine rağmen bunları yapmamakta kararlı kalmıştır. Türkiye, üçlü ittifakın “Sovyet Çekincesi” olarak bilinen 2 numaralı protokolünün ileri sürmüştür. 2 numaralı protokolünün yanında İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’ye savaş malzemesi temin etmemesi de bir gerekçe olarak sunulmuştur.
1943-1945 yılları arasında Müttefik Devletlerin Türkiye üzerindeki politikaları değişmeye başlamıştır. Almanya’nın 1942’de başlayan Kızılordu saldırısı sonrasında 1943 yılında Stalingrad’ta yenilmesi ile gerilemeye başlamıştır. Müttefiklerin Kuzey Afrika’da da başarılı olması sonucunda Müttefiklerin ve Mihver Devletleri’nin kendi yanlarında savaşa girmesini isterken Mihver güçler de savaşın bu son aşamasında Türkiye’nin savaş dışı tutumunu sürdürmesi için faaliyet göstermiştir. Müttefik Devletler arasında yapılan Kazablanka Konferansı’nda kararlaştırıldığı şekilde İngiltere Başbakanı Churchill Türkiye’yi savaşa sokabilmek için Müttefikler adına Adana’ya gelerek İnönü ile görüşecektir. Bu görüşmelere rağmen Türk heyetini ikna edememiştir. Churchill Almanya’nın kesin yenilgisi için Türk topraklarından ve üslerinden faydalanmasının gerekli olduğunu ileri sürmüş ve Türkiye’nin muhtemel bir Sovyet tehdidine karşı korunabilmesi için en güvenli yolun savaşa katılması olduğunu söylemiştir. Bu yeni durum Türkiye’yi savaşa girmeme kararlılığından vazgeçmeden Müttefikler lehine bir eğilim içine girmeye zorlamıştır. Müttefiklerin aksine Türkiye Mihver ve SSCB tarafından tehdit altındaydı. İnönü, bu dezavantajı başarılı bir şekilde kullanarak Türkiye gibi jeopolitik ve jeostratejik konumu ve önemi büyük bir ülkenin savaşa girmesi durumunda karşı tarafça işgal edilebileceğini belirtmiştir. Ayrıca Türk ordusunun da bu durumu engellemede yetersız kalabileceği ihtimalinden dolayı savaşa girmeyeceğini ifade ederek bu hususu orduya savaş teçhizatı atabilmek için kullanmıştır.
Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın başında İngiltere ve Fransa ile ittifak yaparak tercihinin Batı dünyası olduğunu göstermişti fakat Türkiye'nin savaş sırasında izlediği dış politika savaşın sonlarında Türkiye’yi büyük bir yalnızlık içerisine iterek Sovyet tehdidi istekleri ile karşı karşıya bırakmıştır. Türkiye bu tehdit karşısında Batı dünyasına yaklaşmayı ve destek bulmaya çalışmıştır. Birleşmiş Milletler örgütünün kurulacağı San Francisco Konferansı’na katılabilmek için de 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmiş fakat fiilen savaşa girmemiştir.
Türkiye’yi yönetenlerin II. Dünya Savaşı boyunca dış politikalarının ana stratejilerinin ülkeyi savaştan olabildiğince uzak olduğu net bir şekilde görülmektedir. Bu stratejiyi sağlamak için ise savaş boyunca devletler arası ve iki taraf arası dengeyi çok iyi sağlamıştır. Eger Türkiye saldırıya uğrarsa, saldırı hangi taraftan gelirse gelsin karşı koyacağını bütün taraflara net ve açık bir şekilde belirtmiştir.
Türkiye, II. Dünya Savaşı boyunca izlediği politikalar dünya genelinde etik bulunmasa da kendisini birinci dereceden ilgilendirmeyen ve Avrupa devletleri arasında gerçekleşen çıkar savaşları arasında olmak istememiştir. Döneminde küçük bir ülke olarak stratejik konumunu en iyi şekilde kullanmayı başarmıştır. Baskının arttığı dönemlerde bile zaman kazandırmak ve olabildiğince savaşa girmeyi geciktirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Türkiye, Almanya’nın kesin yenilgisinden sonraki dönemde Sovyet tehdidinden çekindiği için Müttefiklerin baskısına rağmen savaşa girmemiş ve bu da güven bunalımına neden olmuştur.
Kısacası, Türkiye II. Dünya Savaşı sırasında siyasi, asker ve iktisadi gücünün ötesinde bir diploması başarısı sağlayarak savaşın dışında kalmayı başarmıştır.
Look at my first ever product: Todon3, conquer your tasks.
Popular Content
Subscribe to my newsletter to get updates on new posts and email only specials.